Şekerli Eğitim

-
Aa
+
a
a
a

Üstün Öngel *

Eğitim uygulamalarında, hem öğrenme motivasyonunu sağlamak, hem öğrenciyi disipline etmek için kullanılan yöntemlerin başlıcası ne yazık ki ödüllendirme ve cezalandırma olarak karşımıza çıkıyor. İlköğretimde yaygın bir uygulama olarak, ödül diye şeker vb. şeyler verilmekte, ceza olarak da dayak, köşede ayakta durma, teneffüse çıkmama vb. fiziksel cezalar öne çıkmakta. Oysa böylesi ödül ve ceza uygulamasında çocuğun özdenetim geliştirme yoluyla dengeli bir psiko-sosyal gelişim göstermesi mümkün değil, zira bu uygulama tamamen dış denetime bağımlılık yaratıcı bir özellik taşıyor; çocuk, ceza uygulayıcı yanından uzaklaştığında bildiğini okumaya devam ediyor ve sadece ödüle bağlı olarak bir faaliyeti gerçekleştiriyor, ödül verilmediği durumlarda edilgenleşiyor.

İlk bakışta yaşamın ödüllerden ve cezalardan bağımsız olmadığı düşünülebilir; fakat, çocuğun evde ve okulda eğitimi sürecinde, neredeyse hiç cezaya başvurmadan, sabırlı bir iletişim kurarak, anlatarak/ikna ederek, yapılanların sonuçları gösterilerek ve diğer yandan çocuğun olumlu tutum ve yaklaşımlarını teşvik ederek, çocuğun hem okul içinde ve dışında yararlı faaliyetlere yönelik motivasyonunu sağlamak, hem de disipline olmasını, daha doğrusu özdenetim geliştirmesini sağlamak mümkün. Bu süreç, elbette eğitmenlerle ebeveynlerin birbirleriyle tutarlı bir tavır oluşturmasıyla başarıya ulaşabilir. Böylesi bir yaklaşım, emek ister, zaman ayırmak ister, ama ilk bakışta zannedildiği kadar zor değildir.

Zor değildir, zira, özellikle psikolojinin en mekanik ve yüzeysel bilgi kümesini sunan davranışçı yaklaşımın, eğitim uygulamalarındaki büyük hakimiyeti kırıldığında işler çok kolaylaşır. Eğitim uygulamalarındaki tüm öğrenme kuramları, bilgi kümeleri ve yöntemleri, psikolojiden transfer edilmiştir. Fakat ne yazık ki, eğitim uygulamalarında, mevcut psikoloji bilgi kümelerinin geniş yelpazesi içinde sadece davranışçılık kullanılıyor. Oysa, başta sosyal psikolojik yaklaşım ve bu yaklaşımın içerdiği bilgi kümeleri, eğitim uygulamalarını zenginleştirecek ve daha verimli kılacak çeşitliliğe sahiptir.

Sosyal Psikolojik Çalışmalar

Ödüllendirme ve cezalandırmanın işlevsizliğini görmemiz için, bazı sosyal psikolojik deneysel çalışmaların sonuçlarına bakmamız yeterlidir aslında.

Örneğin bir deneysel çalışmada, kendi halinde oyuncaklarla oynamakta olan iki ayrı gruba iki farklı uygulama yapılmış. Birinci gruptaki çocuklara, oyuncaklarla oynadıkları için ödül verilmiş, diğer gruba ise hiçbir şey verilmemiş. Belli bir süre sonra gözlemlendiğinde, oyuncakla oynamaları için ödül verilen grupta çocukların oyuncakla oynamayı bıraktıkları görülmüş. Diğer grup ise, yani ödül filan verilmeyen grup, aynı isteklilikle oyuncaklarla oynamaya devam etmiş.

Gene bir araştırmada okul öncesi çağdaki iki çocuk grubundan keçeli kalemlerle resimler çizmesi istenmiş. Bu, herkesin bildiği üzere, çocukların çoğunun kendiliğinden ilgi duydukları bir uğraştır. Grupların birine bu faaliyeti yapmaları için ödül verilmiş, diğerine verilmemiş. Ödül bekleyen grupta, çocuklar bu faaliyete ödül almak için katılmışlar; altın mühürlü ve kırmızı kurdelalı bir "İyi Oyuncu Ödülü" verilmiş bu faaliyete katılanlara. Ödülsüz gruptaki çocuklar ne bir ödül beklentisi içine girmişler ne de bir ödül almışlar, ancak diğer gruptaki çocuklarla aynı faaliyeti gerçekleştirmişler. Haftalar sonra, çocuklar müdahale edilmeden gözlendiklerinde, ödül alan grubun resim

Ödül yerine diyalog

çizmeye daha az ilgi gösterdiği görülmüş. Ödül almayan grup ise, eksilmeyen ilgiyle resim çizmeye devam etmiş.

Bu deneysel araştırmaların bize gösterdiği çok açık; ödüllendirme yerine, faaliyetin kendisini cazip kılabilmemiz ya da en azından çocuğun kendi merak ve ilgileri ile yürüttüğü faaliyetlere müdahale etmememiz gerekiyor. Oysa müdahale etmekten, üstelik de çocuğu bir dış denetim aracı olan ödüle boğmaktan geri durmuyoruz.

Farklı bir deneysel çalışmaya baktığımızda, bu kez bir gruptaki çocuklara oyuncaklarla oynamamaları için ceza uygulandığını görüyoruz. Diğer gruba ise, neden bu oyuncaklarla oynamamaları gerektiği anlatılmış, ikna edilmeye çalışılmış (örneğin neden oyuncak silahla oynamamaları gerektiği anlatılmış). Başlarında bir yetişkin yokken, bu iki grup gözlemlendiğinde, ceza uygulanan grupta, çocukların, oyuncaklarla tekrar oynamaya başladıkları görülmüş, diğer grupta ise, çocuklar, başlarında yetişkin yokken de oynamamaya devam etmişler.

Bu araştırma da açıkça gösteriyor ki, cezaya başvurduğumuzda istediğimiz sonuca ulaşmamız pek mümkün olmuyor. Oysa cezalandırma yerine, anlatmayı, ikna etmeyi denesek, yapılanların sonuçlarını göstersek, en önemlisi de alternatif sunmaya odaklansak, çok olumlu sonuçlar alabileceğiz.

Ödüller, cezalar...

Önümüzde bu araştırma sonuçları dururken, nedense eğitim uygulamalarının neredeyse bütünü ödül ve cezaya indirgenmiş durumda. Ödül olarak, şeker vb. şeyler veriliyor. Çok yaygın. Özel okullarda olsun, devlet okullarında olsun bu uygulamaya her yerde rastlamanız mümkün.

Burada ödülün işlevsel olmayışını tartışmaktan önce, başka önemli bir noktayı da atlamamak gerek. Ödül olarak verilen şeyin uygunsuzluğu çok az kişinin dikkatini çekiyor. Yaygın bir şekilde şeker verildiğini biliyoruz. Ama illa bir ödül verilecekse bu neden şeker oluyor, neredeyse kimse üzerinde durmamış bugüne kadar. Şekerin diş sağlığına çok zararlı olduğunu düşünen olmamış. Oysa, hangi diş hekimine sorsanız bunu söyleyecektir size. Denebilir ki, bir şekerden bir şey olmaz; öğretmenler de zaten böyle savunuyorlar kendilerini. Fakat, öğretmenin verdiği şeker (tek şeker) bir mesajdır aynı zamanda. Çocukların şekere alışmasını sağlayan tehlikeli bir mesajdır. Çocuk, diyelim evde annesi fazla şeker tüketmemesi için uyardığında, "ama öğretmenimiz de şeker veriyor bize" diyecektir. Kimi zaman öğretmen ve okul, çocuk üzerinde daha etkili olabiliyor; ama bu örnekte ne yazık ki, okul, ailenin gerisine düşmüş durumda. Eğitimciler böyle hatalar yaparlarsa, ebeveynler ne yapsın?

İnsan onay ister, teşvik ister, yaptıklarının beğenilmesini ister. Sosyal varlıklarız hepimiz, sürekli etkileşim içindeyiz ve yaptığımız işlerin olumlu karşılık bulması hepimizi motive eder. Bunlar doğru. Fakat teşvik etmenin zayıf ve sakıncalı yolu, çocuğa maddi bir ödül sunmaktır; çocukları bir yarış içinde, sürekli ödüle bağlı olarak eğitmektir. Oysa amacımız, çocuğun yaptığı işten doyum almasını sağlamak olmalıdır. Yukarıda verilen örnekte, kendi kendilerine keyifle oyuncaklarla oynayan çocuklara müdahale ettiğimizde, ödül verdiğimizde, artık keyif almak için değil, ödüle ulaşmak için o faaliyete ilgi gösterir hale geliyorlar. Ödülsüz kaldıklarında da o faaliyeti kesiyorlar. Kitap okumayı alın mesela. Kaç öğrencinin istikrarlı bir kitap okuma alışkanlığı var? Bu keyfi yaşamalarına olanak sağlıyor muyuz, hayır elbette. Bilakis kitaptan soğutuyoruz onları. Ders için, not için, ödev kapsamında kitap okumaya zorluyoruz çocukları. Oysa kitap okumak başlı başına keyifli bir süreçtir. Bu keyifli süreci yaşamalarına fırsat vermiyoruz ne yazık ki.

Maddi ödül, teşvik yollarından sadece biridir. Etkisi zayıf, sakıncalı yanları çok olan bir yoldur. Oysa çocuğun sürdürdüğü faaliyetten alacağı doyum, en büyük teşviktir. En başta bunu sağlayabilmemiz gerek. Yanı sıra, sürdürülen faaliyetin olumlu sonuçlar doğuruyor olduğunu çocuğun görmesini sağlamak da yararlı olacak bir yaklaşım. İlla dışarıdan bir teşvik sunacaksak da, maddi ödül yerine psiko-sosyal teşvik neden yetmesin ki? Duygusal, zihinsel teşvik neden yeterli gelmesin? Bir sırt sıvazlama, bir olumlama, bir beğeni ifadesi, bir gülümseme neden yeterli olmasın? Bir iş yaptığınızda, değer verdiğiniz birinin beğenisi alacağınız en büyük teşviktir. Neden bu yetmesin? Yetmemesi için ne sebep var?

Ödül uygulaması ile birlikte yaygın bir şekilde cezalandırma uygulamalarına da şahit oluyoruz. Oysa, cezalandırmanın belirgin dezavantajları olduğunu biliyoruz. En başta, cezalandırmanın etkileri teşvik etmenin etkileri kadar iyi tahmin edilemiyor. Teşvik, "yapmış olduğun şeyi tekrarlamandan mutlu oluyorum" derken, cezalandırma, "bunu yapmayı bırak!" diyor, ancak alternatif sunmuyor. Bunun sonucu olarak, cezalandırılan tutum ve davranış yerine daha az arzulanan bir tutum ve davranış geçebiliyor. İkinci olarak, cezalandırmayla birlikte bazı talihsiz yan etkiler doğuyor. Cezalandırma, çoğunlukla cezalandıran kişiden (ebeveyn ya da öğretmen) ya da cezalandırmanın meydana geldiği yerden (evden, okuldan) hoşlanmamaya yol açıyor. Hatta hoşlanmama kimi zaman nefret boyutuna ulaşabiliyor. Son olarak da, cezalandırıcı olarak kullanılan acı verici olay, başlangıçta arzu edilmeyen davranıştan daha ciddi olumsuz başka davranışlara yol açıyor; örneğin saldırganlığa veya yalan söylemeye.

Okullarda ceza olarak, dayak, köşede ayakta durma, teneffüse çıkmama, duvara yüzü dönük durma vb. örnekler karşımıza çıkıyor. Neden bu kolaycılık diye sormak gerekiyor sanırım. Her yol deneniyor da mı, hemen bu cezalandırma yöntemleri kullanılıyor?

Oysa çocuğa, yapılması doğru olmayan şeyler, yapılan şeyin (olumsuz) sonuçları gösterilerek gayet başarılı bir şekilde öğretilebilir.

Stutgartt'ta bir ilkokul sınıfı; giysi yasağı yok

Yasaklar ve saldırganlıklar

Bu cezalandırma uygulamaları ile çocuklara nasıl bir örnek sunuyoruz, üzerinde düşünmemiz lâzım. Öğretmenin uyguladığı cezalar, özellikle de fiziksel içerikli cezalar, çocukların birbirleriyle ilişkilerinde de bu tutumu benimsemelerine yol açabiliyor rahatlıkla. Şiddet bulaşıcıdır, unutmayalım. Öğretmenden gelen fiziksel cezalandırma, evde bu çocukların saldırganlıktan uzak durma konusunda doğru dürüst eğitim almadıkları gerçeği ile de birleşince, ürkütücü sonuçlar çıkıyor karşımıza.

Kimi okullarda, kimi veliler, öğretmenden çocuğu arada sırada "okşamasını" istiyor. Öğretmen de velilerin bu isteğine uyuveriyor, veliye bunun yanlışlığını hatırlatması gerekirken.

Bir çocuğun doğrudan bu tür cezalandırmaya veya şiddet örneklerine maruz kalması da gerekmiyor örselenmesi için, bu uygulamalara şahit olması da yeterli. Neden bu uygulamalara şahit olsun ki bir çocuk? Bu da ciddi bir örselenme yaratıyor körpecik zihninde. Soruyorum bir çocuğa, cevabı çok anlamlı: "Öğretmen, o çocukla konuşabilir, yanlışını gösterebilir, neden ceza veriyor ki," diyor. Evet, sevgili öğretmenim, neden biraz zaman ayırmıyorsunuz, anlatmayı denemiyorsunuz, çocuğun yaptıklarının sonuçlarını görmesini sağlamıyorsunuz? Bu zannedildiği kadar zor bir şey değil ki. Biraz bilgi, biraz duyarlılık, biraz sabır, hepsi bu.

Sadece bu değil, her tarafta yasaklarla karşılaşıyor çocuklar. Örneğin kütüphaneye spor kıyafeti ile girmek yasak, şuradaki oyun bahçesine girmek yasak, diğer taraftaki oyun alanına girmek yasak, teneffüste sınıfta durmak yasak, o yasak bu yasak. Örneğin bir okulda ilköğretim birinci sınıf çocukları haftanın iki günü, spor dersleri var diye, okula spor kıyafetleriyle geliyorlar; nasıl olur da kütüphaneye, onların diliyle "kütüpişe" spor kıyafeti ile giremezler? Hadi giremediler, neden bu "yasak" sözcüğüyle karşılarına çıkar? Neden yapılmaması istenen şeyler anlatılmaz, açıklanmaz da sadece "yasak" denir. Nedir bu tavır anlamak mümkün değil. Çocuklar güle oynaya kütüphaneye gitmek isterken, onları kütüphaneden soğutarak mı onları kazanacağız? Kütüphane diyoruz, bir okulun, bir eğitim kurumunun kalbidir kütüphane. Teşvik etmek için elimizden geleni yapmamız gerekirken, teşvike ihtiyaç duymadan kütüphaneye koşan çocukları soğutmak niye?

Cezalar bir yana, bu yasakçı tutum ve tavır, çocukların hem öğrenmeye dair motivasyonlarını törpülüyor hem de yasak koyucunun farklı zamanlarda, farklı koşullarda, yapılmasını arzu ettiği şeyleri, çocuğun isteyerek yapmasını zorlaştırıyor; çocuğun, toplu yaşamın gerektirdiği karşılıklı saygı anlayışını geliştirmesini, özdenetim yoluyla disipline olmasını geciktiriyor, hatta engelliyor.

Eğitimin tanımıyla başlıyor her şey

Yaygın bir şekilde kullanılan bir eğitim tanımı var: Eğitim, hedef kişide istendik davranışları oluşturmaktır.

Bütünüyle davranışçı bir tanım bu. Tek yönlü, eğitimin etkileşim boyutunu hiçe sayan, eğitimcinin bir iktidar figürü olarak sabit bir konumda yer almasını öngören bir yaklaşımın ürünü. Davranışçılık hakim her şeye; müfredatın her tarafına sinmiş; hedef davranışlar diye başlıyoruz, hedef davranışlar diye bitiriyoruz. Çünkü basit, çünkü kontrole dayalı, çünkü ölçülebilmesi kolay.

Fakat çok kısır, yüzeysel, mekanik bir eğitim anlayışı bu.

Ödül ve ceza uygulamaları da tamamıyla bu davranışçı eğitim tanımına bağlı olarak ortaya çıkıyor. Öğretmenlerin okuldaki uygulamalarındaki hataları, doğrudan öğretmenlerin üzerine yıkmak haksızlık olur. Eğitim tanımını bu şekilde yaparsanız, müfredatı bu şekilde inşa ederseniz olacağı budur. Bu tanıma dayanarak da hizmet öncesi öğretmen eğitimini davranışçılık üzerine kurarsanız bu sonucun oluşması da gayet doğaldır.

En başta kısaca değindim, eğitimde kullanılan öğrenme modelleri ve diğer uygulamalar, hep psikoloji biliminden transfer edilen bilgilere dayanıyor. Fakat ne yazık ki, sadece psikolojideki en mekanik ve sığ bilgi kümesine başvuruluyor bu transfer süreci yaşanırken. Sanki psikoloji davranışçılıktan ibaretmiş gibi.

İlerlemeden önce, davranışçılığın kurucularından John Watson'ın 1928 yılında neler dediğine bir bakalım, zira davranışçılığın ne menem bir şey olduğunu bundan daha güzel özetleyen bir pasaja kolay rastlayamazsınız:

"Çocukları eğitmenin iyi bir yolu vardır. Onlara genç erişkinlermiş gibi davranın. Onları dikkat ve özenle giydirip, yıkayın. Davranışınız hep nesnel ve şefkat içeren bir katılıkta olsun. Onları asla kucaklamayın, öpmeyin, hiçbir zaman kucağınıza oturtmayın. Bunu yapmanız şartsa, onları bir kez, iyi geceler dilediklerinde, alınlarından öpün. Sabah onlarla el sıkışın. Olağanüstü iyi bir iş yaptıklarında ya da zor bir görevi tamamladıklarında kafalarını sıvazlayın. Bunları deneyin. Bir hafta gibi kısa bir sürede, çocuğunuza karşı kusursuz

John Watson; akademik hayattan ayrılıp "davranışçılık" birikimini en iyi değerlendirebileceği sektöre geçmiş ve1924'te reklam devi Thompson'un başkan yardımcısı olmuştu.

derecede nesnel ve şefkatli olmanın ne kadar kolay olduğunu göreceksiniz. Daha önce çocuğunuza göstermiş olduğunuz aşırı yumuşak ve duygusal muameleden çok utanç duyacaksınız."

O günden bugüne pek bir şey değişmiş değil. Fazlaca Amerikan bir yaklaşım bu. Hiperaktivite ve dikkat eksikliği neden Amerika'da bu kadar yaygın dersiniz? Bu konuyu başka yazılarda ele alıyorum, ama kısaca değinmek isterim. Çocuklar robotlaştırılmış durumda da ondan. Duygusal dünyaları sürekli örseleniyor da ondan. Duygusal zekâ kavramının gene ABD'de gündeme gelmesi bana hiç şaşırtıcı gelmiyor; hatalarının nihayet farkına varmasını da biliyorlar, bu açıdan takdir de etmek gerek aslında. Fakat ABD'nin yanlışlarını mı örnek alacağız kendimize? Onlar hatalarından dönerken, kendilerini yenilemeye başlarken, biz, onların büyük ölçüde vazgeçmeye çalıştıkları hatalı yaklaşımlarını mı kullanmaya devam edeceğiz? Eğitimde kullandığımız modellerin hepsi Amerikan, hepsi psikolojinin en yüzeysel kuramına, en kısır bilgi kümelerine dayanıyor. Neden buna mahkum olalım ki?

Oysa eğitimin başka bir tanımından yola çıkarak eğitim uygulamalarını oluşturabiliriz. Bir örnek tanım olarak, "eğitim, bireyin, etkileşim içinde, kendini her bakımdan geliştirme olanaklarının sağlanması sürecidir" diyemez miyiz? Diyebiliriz elbette; ama bu tanımı geliştirirken, önce mevcut öğrenme kuramlarına bir göz atmakta yarar var. Zira mevcut öğrenme kuramlarının en yaygın kullanılanlarında bile (en mekanik görünenlerinde bile), bu geliştirmeye çalıştığımız tanıma dayanak olacak ipuçlarını bulabilmek mümkün. Kaldı ki, yeni kuram ve yaklaşımları da kullanabildiğimizde, bu tanımı hayata geçirme olanaklarımız artacaktır ve böylece çok daha zengin bir eğitim uygulaması yaratabileceğiz.

* Sosyal psikologÇukurova Üniversitesi, Eğitim Fakültesi